18 Nisan 2001
Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; öncelikle sizi saygıyla selamlıyorum.
Tabiî biraz önce de bahsedildi, 16 klasör savcılık evrakı, öyle 40 sayfalık bir iddianame değil. Bir aydır biz 16 klasörü didik didik ettik, basında da çıkan yazılara bakarsanız 8 klasöre ulaştı, 4 000 den fazla yazı çıktı “Beyaz Enerji Operasyonu” ile ilgili.
Tabiî biz, kamuoyunun bu konudaki hassasiyetini çok iyi biliyoruz, bu hassasiyet çerçevesinde konuşmalarımı sürdüreceğim, ama zamanımı aşarsam da hem Başkanımın, hem Meclisin müsamahasına sığınmak istiyorum.
Kısaca şunu belirtmek istiyorum. Ben arzu ederdim ki, özellikle benden önce konuşan önerge sahibi ve muhalefet sözcüleri açıklıkla şunu dile getirselerdi. Bu operasyonda bütün gizlemelere ve maskelemelere rağmen olağandışı bir şeyler vardır, bu olağandışılar, bu olağandışı işlemler çağdaş demokrasiye ulaşma çabalarına, hukuk devletini yaşama arzularına, dünyayla bütünleşme iddialarına engel teşkil etmektedir.
Tabiî hemen burada “bugün mü demokrasiyi istiyorsunuz, niye siz 28 Şubatta demokrasiye sahip çıkmadınız” tarzında iddialar dile getirildi. Ben burada küçük bir şey belirtmek istiyorum. Sayın Erbakan’ın, Sayın Mesut Yılmaz’ı 28 Şubat’ın ertesi günü ziyaret ettiğinde, ben, Grup Başkanvekili olarak Sayın Genel Başkanımın yanındaydım. Sayın Genel Başkanımızın çok net bir ifadesi oldu, Sayın Erbakan’a, dedi ki; “Sayın Erbakan, o Millî Güvenlik Kurulundaki imzayı atmadan önce, eğer bize gelip bunları dile getirdikten sonra oturur sizle konuşurduk.”
Bu operasyon başladığı andan itibaren ve devam ettiği süre içinde, kamuoyunun merak ettiği, birçoğunu içine sindiremediği olağandışı olaylar yaşadık.
Hemen hafızalarınızı biraz tazelemek istiyorum, olayın başına dönmek istiyorum; Türkiye’de yirmiye yakın operasyon oldu; ama, bu operasyonun içinde, nedense hiçbir bakan arkadaşımızın adı geçmedi. Bu, bizim için memnuniyet vericidir; ama, ana sebep nedir; bu operasyon başladıktan sonra, halen, hepimiz için kimliği meçhul biri bir gazeteye gitti veya telefon etti, “Ersümer’in üstünü çizin” dedi. İşte bu operasyonun odak noktasına benim konulmamı sağlayan anafikir budur. Ama, Allah’a şükürler olsun, ben, bağrında 250 000 şehidin barındığı Çanakkalelilerin oylarıyla seçilip geldim, benim üstümü Çanakkalelilerden başka kimse çizemez. (ANAP sıralarından alkışlar, FP sıralarından gürültüler)
Yine devam etmek istiyorum; peki, aradan dört ay geçti, bu, kimliği belli olmayan kişiyle ilgili, ilgili kurumlarda bir araştırma yapıldı mı, bir tetkikat yapıldı mı, bu kişiye ulaşma noktasında bir çaba harcandı mı?!
Kamuoyu diyor ki: “Eğer istenseydi bu kişi bulunurdu” Kamuoyu böyle kabul ediyor.
Tabiî, yine bir başka soru dile getirildi: Ankara’nın göbeğinde jandarmanın böyle bir operasyonu yürütmesinin hiçbir hukukî dayanağı yoktur. Emri kim verdiyse verdi, sorumluluk kimdeyse kimde; jandarmanın böyle bir operasyon yapmasının hukukî dayanağı yoktur.
Yine, burada denildi ki: “Polis olsa ne olur, jandarma olsa ne olur” Ne olur biliyor musunuz; eğer hukuka aykırı bir kolluk gücünü kullandıysanız, eğer hukukî dayanağı olmayan bir karar verdiyseniz, o kolluk gücünün yapmış olduğu işlemler mahkeme huzuruna geldiği zaman, gayri yasal yoldan elde edilen bütün delillerin başına gelenin geleceği gibi, geçersiz kabul edilir.
Yine burada bir başka önemli husus; tabiî, Sayın Uğur Alacakaptan’ın bir değerlendirmesi var, çok kısaca ona da değinmek istiyorum. Sayın Alacakaptan “Bir bakanlığın rüşvet olayına jandarma bakmaz. Jandarma, polis teşkilatının olmadığı yerlerde işlenen suçlarla ilgilidir. Jandarma komutanları, gidip, bu sanıklardan birini hapishanede bir odaya çekip ‘sen falancayı suçlarsan, biz seni kurtarırız’ diyemez. Bir İçişleri Bakanı da, ‘jandarmaya ben talimat verdim’ diyemez; çünkü, İçişleri Bakanının tahkikat yapılması için emir verme yetkisi yoktur. Bu, Adalet Bakanlığının ve savcının işidir. Tabiî ki, bir savcı da, ne kadar dürüst bir adam olduğunu göstermek için, evine otobüsle gittiğini gösteren fotoğrafının çekilmesine izin vermez” diyor.
Yine, bir başka değerlendirilmesi gereken husus da, bu operasyonda 4422 sayılı Yasanın kullanılmasıdır. İlk bakışta kabaca görülen bir gerçek var, bir rüşvet olayı yaşanıyor; ama, mafyayla mücadele için hükümetimizin getirdiği, altında benim de imzam olan, Meclisimizden geçen bir yasa burada kullanılıyor. Ne oldu peki kullanılınca, ne oldu; burada bir yanlışlık vardı, burada bir keyfîlik vardı; böyle bir olayda bu yasanın uygulanmaması gerekirdi. Zaten, bakıyoruz, savcı davasını 4422 sayılı Yasadan açamamıştır, normal Türk Ceza Kanununa dayanarak davasını açmıştır. Yine, devlet güvenlik mahkemesi de yapılan itirazı kabul etmiş, görevsizlik kararı vermiştir. Savcının bu görevsizlik kararına yaptığı itiraz da bir diğer mahkemede reddedilmiştir.
Bir başka önemli husus daha var. Tabiî, eğer, bu yasayla ilgili bu keyfî uygulamalar bir sıkıntı çıkardıysa, bu, Meclisin görevidir, getiririz, yine değerlendiririz. Meclis, buradaki yanlışlıkları, buradaki birtakım keyfîlikleri, bazı keyfî tercihleri engelleyebilme imkânına kavuşur diye düşünüyorum.
Şimdi, yine, biraz başa döneceğim. Fezleke sızdırıldı. Bir televizyonda ve gazetelerde yayımlandı. Müteakiben, yedek hâkimlik ifadeleri sızdırıldı; yine, devletin ajansı Anadolu Ajansında yayımlandı. Arkadan, iddianame sızdırıldı. Peki, bu fezlekeyi kim sızdırdı?
Yani, devlet güvenlik mahkemesinin veya tahkikatı yürüten Jandarmanın elindeki fezlekeyi kim sızdırdı? Aradan geçen dört aylık zamana rağmen, hâlâ, bu fezlekeyi sızdıran suçlu ortada yok; faili meçhul. Arkadan, devlet güvenlik mahkemesinin yedek hâkimlik ifadeleri sızdırıldı. Kim sızdırdı; yine, ortada yok.
Yine, ben, devam ediyorum. İddianame sızdırıldı. Neyse, orada garip bir kâtip bulundu.
Düşünebiliyor musunuz; bu sızdırmayla ilgili bir tek işlem yapıldı, Anadolu Ajansı Genel Müdürü çağrıldı, ifadesi alındı; müteakiben, takipsizlik kararı verildi.
Şimdi, bu kâtiple ilgili de takipsizlik kararı verilecek. Niye derseniz; çünkü, eşzamanlı olarak birkaç kelime değiştirilerek, bu fezleke, müteakiben, yedek hâkimlik bilgileri, müteakiben, iddianame dışarı sızdırılıyor ve gerçek iddianame veya fezleke veya yedek hâkimlik ifadesiyle sızdırılan ifadelerin tamamen birbiriyle aynı olmaması gerekçesi ileri sürülerek, takipsizlik kararları verilir. Yüzde 99’u aynı. Bir veya iki kelime değiştirilerek bu işlemler yapılıyor. Neticede ne oluyor?
Gözüken şu: Yargıdan birileri, kolluktan birileri ve tabiî ki basından da birileriyle el ele veriyorlar, siyaseti ve siyasetçiyi lekelemek için ve tamamen siyasî sonuç almak için bu düzenleri kuruyorlar.
Ben, bunları vurgulamak için, huzurunuzda bunları anlatma çabası içinde oluyorum.
Bütün bu olayların karşısında durması gereken Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Ben, hâlâ bu inancımı muhafaza ediyorum ve vatandaşımızın da bu inancımızı muhafaza ettiği inancı içerisinde konuşuyorum.
Bir başka önemli husus daha var. Anayasanın 100 üncü maddesi çok açık. Benim iddianamede adımın geçirilmesi konusunda savcının yetkisi yoktur; savcı, Anayasaya aykırı bir iddianame düzenlemiştir ve tamamen yargıyı siyasallaştırmak amacıyla, işte, bir gün birileri buraya gelsin, biraz önce söylenen bu sözleri söylesin diye bunlar yazılmıştır.
Savcının yapacağı gayet açıktır. Hiçbir sebep göstermeden, yeterli bir delile ulaşmadan benim adımı iddianamede geçiremez. Yapması gereken neydi? Eğer benimle ilgili bir suç konusunda bir illiyet bağı kurabiliyorsa ve kurduğu bu illiyet bağının hukukîliğine güvenebiliyorsa, Adalet Bakanlığı, Başbakanlık ve Meclis kanalını kullanması lazımdı. Yoksa, sorgulamaya devam edip, sözde delillerle, sözde bilirkişi raporlarıyla, sözde suçluyu bulma çabası içerisinde olmaması gerekirdi.
Tabiî, iddianameye bir bütün olarak bakıyoruz. Yapılanlar bütün hepimizin gözleri önünde gerçekleşti. Sizlerin de bu yapılanları içinize sindiremediğinizi çok iyi biliyorum; ancak, şunu özellikle belirtmek istiyorum. Tanık ve sanıkların çağdaş sorgulama, çapraz sorgulama, psikolojik baskı, kibar tartaklama, bilinen ve bilinmeyen yöntemlerin kullanılarak sorgulanmış olmalarına rağmen, üç ayı aşkın bir süre tamamen bilgim dışında dinlenen telefonlar, klasörler dolusu dinleme tutanakları,
imha edilenlere, edilmeyenlere rağmen, basının, özellikle belli gazete ve televizyonların, enine boyuna, altta üstte manşet, boy fotoğraflı yayınlarla istifa çığlıklarına itfaiye çavuşları gibi “bakanı yakan ifadeler”, “bakanı yakan not”, “şimdi yandı, yanıyor” beyanlarına, bütün baskı ve zorlamalara rağmen, benim bir kuruşluk menfaat temin ettiğimi gören, duyan, söyleyen, dinleyen, dinlenen, bilgi veren, belge veren -kendi adına, kamu adına, bilerek bilmeyerek, dalgınlıkla, yanlışlıkla- iddia eden kimse yok. Ben bundan sevinçliyim; ama, emin olun ki “biz, şimdi, bu işin siyasî ayağını bulduk” diye sevinç duyanlara, duymaya çalışanlara karşı siyaseti mahcup etmediğim için de mutluyum.
Tabiî, burada tartışıldı; çok önemli olduğu için söylüyorum; işte, bilirkişi raporları. Bu davanın dayandırıldığı ana nokta, düzmece bilirkişi raporlarıdır. Şimdi anlatacağım size, nedir bu bilirkişi raporları, bu bilirkişiler, nasıl teşekkül etmiştir, kimlerden teşekkül etmiştir, nasıl görevlendirilmişlerdir, nasıl seçilmişlerdir; izniniz olursa anlatacağım. Dokuz kişi değil; İçişleri Bakanlığından ve Maliye Bakanlığından iki müfettiş arkadaşımız, bir de o kamuoyunda hepimizin çok iyi bildiği bir avukat arkadaşımız; daha sonra da, TEAŞ’tan -TEAŞ Genel Müdürlüğünde görevli matematikçi Neşe Gençyılmaz, yine TEAŞ Genel Müdürlüğünde görevli matematikçi Nuran Şehsuvaroğlu, yine TEAŞ Genel Müdürlüğünde görevli Gediz Lekesiz ve yine TEAŞ Genel Müdürlüğünde görevli Elvan Cemkök- dört kişi; yani, TEAŞ Genel Müdürlüğünde görevli dört mühendis arkadaşımız, dışarıdan bir serbest avukat, iki de -yine biraz önce belirttiğim şekilde- müfettiş görevlendirilmiş.
Bunlar nasıl görevlendirilmiş? Söylediklerimin hepsi belgeye dayalı, burada, belgelerden okuyorum. Sayın savcı, muhatabı ben olmama rağmen, TEAŞ Genel Müdürlüğüne bir yazı yazıyor. Yazısında diyor ki: “Bana, bu işlerden anlayan bilirkişilerin isimlerini bildir.” Ama, arkadan, Genel Müdür Vekiline telefon ediyor ve diyor ki: “Bu bildirdiğim isimler, şu iki kişi olsun: Neşe Gençyılmaz ve Nuran Şehsuvaroğlu.” Genel Müdür Vekili diyor ki: “Böyle bir usul yok. Biz, size, yine sizin dediğiniz isimlerin de içerisinde bulunduğu altı isim bildirelim, bu isimlerin içinden siz seçersiniz” diyor. Genel Müdür altı tane isim bildiriyor ve savcı da, daha önce telefonda söylediği bu iki kişiyi, bilirkişi olarak görevlendiriyor. Daha sonra, bu altı kişinin içinden iki kişi istifa ediyor “biz, Bakanımıza karşı böyle bir görev icra edemeyiz” diyor. Savcı tekrar bir yazı yazıyor, bu yazısında: “Bu iki kişi ayrıldı, bunların yerine, bana yeni iki isim bildir” diyor. Bildir diyor; ama, yine, telefonda iki tane isim veriyor. Telefonda verdiği bu diğer iki isim de, Elvan Cem Kök ile Gediz Lekesiz; ama, Genel Müdür bu sefer tedbirli davranıyor, böyle bir usuldışılığa karşı, görüştüğü telefonu zabıt altına alıyor ve yanındaki genel müdür muaviniyle birlikte imzalıyorlar: “İşbu belgenin önyüzünde talep edilen iki kişinin seçimi, bildirilen isimlerin jandarma ve savcılıkça tarafımıza yazışmadan önce bildirilen iki kişi olup, seçimi buna göre yapmış olduğumuzu teyit ederiz” diyorlar. İmza, Budak Dilli; imza, Ömer Esirgemez… Yani, bu “bilirkişi” dediğiniz bilirkişi heyetinin nasıl teşekkül ettiğini, bu dört kişinin nasıl seçildiğini, biraz olsun size anlatabildim.
Yine, bu dört kişi, gerek enerji sektöründe gerekse Bakanlık içinde, özelleştirmelere ve özellikle yap-işlet-devret projelere karşı olmalarıyla çok iyi bilinen, çok iyi tanınan kişiler.
Diğer husus, bir avukatın tayini… Bu avukat nasıl seçilmiş? Türkiye genelinde 45 000 avukat var, Ankara’da 5 000’e yakın serbest avukat var. Bu avukat nasıl seçilmiş, nereden bulunmuş? Biz, Ankara Barosuna müracaat ettik; Ankara Baro Başkanından aldığımız bir not var: “Kayıtlarımızın incelenmesinden 5.9.2000-21.5.2001 tarihleri arasında Ankara Devlet Güvenlik Mahkemelerince bilirkişi yapmak üzere avukat belirlenmesi için bir talebin olduğuna rastlanılmamıştır.” Peki, bu avukatı Sayın Savcı rüyasında mı gördü, vahiy yoluyla mı kendisine bildirildi?! Ama, daha bu kadarla da bitmiyor… Bu avukat, TEAŞ ve TEDAŞ aleyhine davalar açmış bir avukat. İşte, elimdeki bir kararı okuyorum: “Davacı, Selim Sarıibrahimoğlu; davalılar, Türkiye Elektrik Üretim (TEAŞ), Türkiye Elektrik Dağıtım (TEDAŞ) ve Başkent…” Davacı, verdiği dilekçede Enerji Bakanlığının enerji politikasını eleştirerek bu politikaların tüketicilerin haklarını ihlal ettiğini belirtip, tüketici hakları yönünden Avrupa Birliği üyesi ülkelerin enerji politikalarıyla mukayese yaparak Enerji Bakanlığının davalılarıyla yapmış olduğu yap-işlet ve yap-işlet-devret şeklindeki sözleşmelerin tüketicinin aleyhine olduğu iddiasıyla dava açıyor.” Sonra, bu avukat, tabiî, yakalanınca diyor ki: “Ben bu davadan sarfınazar ettim.” Hayır, yalan söylüyor; sarfınazar etmemiş, murafaa istemli olarak Yargıtayın ilgili dairesine temyiz etmiş. Bu kadarla da kalmıyor; bu sayın avukat 1998 yılında bana bir mektup yazıyor. Mektubunda özelleştirmeye karşı olmasını, yap-işlet-devret projelerine karşı olmasını dile getirdikten sonra söylediği laf şudur: “Vahşi liberizasyon ülkeyi riske ve uluslararası müdahalelere açıcı olabilir.” Yani, avukatımızın bu özelleştirme projelerine olan yaklaşımı meydanda. Bununla da kalmıyor; Ankara Baro Başkanına müracaat ediyor, provokatörlük yapıyor; diyor ki: “Enerji Bakanlığının davalılarıyla yapmış olduğu yap-işlet ve yap-işlet-devret sözleşmelerinin tüketiciler aleyhine olması nedeniyle Ankara Barosu olarak benim açmış olduğum bu davaya müdahale edin.” Bununla da kalmıyor; yine, bu avukat, Enerji Bakanlığının yürütmekte olduğu Enerji Piyasası Yasasıyla ilgili yurt dışından getirip, çalışmakta olduğu danışmanlarla ilgili şikâyette bulunuyor. Hazine Müsteşarlığına bizi şikâyet ediyor ve diyor ki: “İşte, Türkiye’de, biz, bu işleri çok iyi bilen insanlarız; bizim yaptığımız konuşmalar alkışlarla karşılanıyor.” Enerji Bakanlığı aleyhine dava açma hakkının saklı tutularak gerekli işlemlerin yapılmasını istiyor.
Şimdi, böylesine bir bilirkişi heyetiyle karşı karşıyayız. Bizim bilgimizin dışında, bize herhangi bir bilgi ve beyanda bulunmaksızın tespit edilen böyle bir takım, bir ekip kurulmuş. Ekibe de bir görev verilmiş, denilmiş ki: “Siz, Enerji Bakanlığında geriye doğru on yıllık projeleri inceleyeceksiniz; ama, ne yapıp yapıp, bu Sayın Bakana bir şeyler bulaştıracaksınız.” Ama, ümit ediyorum; bu bilirkişi raporlarını incelediğinizde çok net bir şekilde göreceksiniz. Tamamen uydurma suçlamalarla ve katiyen bana yöneltilmesi mümkün olmayacak birtakım atıflarla sonuç alınmaya çalışıldığını, biraz sonra, vaktimin elverdiği sürece sizlere arz etme çabası içinde olacağım.
Bu bilirkişilerin bu işlemleri nasıl yaptıkları bir tesadüfen anlaşılıyor; yani, malum bir kişi, Başbakanlığı ziyaret ediyor, Sayın Başbakana bir dosya vereceğini söylüyor. Bu dosya alındığında, bu dosyanın içinde bir bilirkişi raporu var. Bu bilirkişi raporu gizli bir belge. Bu bilirkişi raporu, devlet güvenlik mahkemesinden dışarı çıkmaması gereken bir dosya; ama, bu dosyayı bir malum kişi alıyor, Sayın Başbakanın huzuruna getiriyor. Dosyaya bakılıyor ki, bilirkişiler, dosyada, baştan sona suçlamadık adam bırakmamışlar. Efendim, 1992’den bu yana ne kadar Bakanlar Kurulu üyesi varsa, ne kadar Başbakan varsa hepsi suçlanıyor. Adalet Bakanı, bu konudaki rahatsızlığını sayın savcıya dile getiriyor, diyor ki “sayın savcı, bu bilirkişilerin tespiti konusunda ve yaptıkları işlemler konusunda sizin dikkatinizi çekiyorum.” Müteakiben bir başka malum kişi, Sayın Adalet Bakanımızı ziyaret ediyor “siz, bu bilirkişilere müdahale edemezsiniz; bu, yargıya müdahale olur; yargıya biz müdahale ederiz; bilirkişileri değiştiremezsiniz” diyor ve bu iş böyle devam ediyor. Benim bu söylediklerim, gazete sayfalarından, Tuncay Özkan’ın yazdıklarından, yalanlanmayan hususlar.
Tabiî, işte, bu bilirkişiler neleri değerlendiriyorlar; bu bilirkişiler benimle ilgili iddianamede yer alan hususlarla ilgili neler söylüyorlar; burada dile getirildi. Ben açıkça ifade ediyorum: Biz, Enerji Bakanlığında üç yılda 373 tane proje ele aldık; toplam 40 000 megavattır. Ama, burada, bize yöneltilmeye çalışılan, bize atfedilmeye çalışılan suçlara baktığımızda, gerçekten, bu kadar işin içinde, bu kadar güzel işin içinde yanlış yaptığımız iddiasını ileri sürebildikleri bu küçücük işlerde de sonuna kadar haklıyız. Size çok basit bir şey söyleyeceğim. Şimdi, benden önceki konuşmacılar da dile getirdi. Afşin-Elbistan Termik Santralı… Savcı ne diyor, çok net okuyoruz: “Başından itibaren 3096 sayılı Kanunla ilgili yönetmelik hükümlerine uymayan, bazı firmaların ihaleye katılmalarını önleyen ve ihalenin Erg firmasına bırakılmasını sağlayan…” Ben yapmışım bunu. Şimdi, bakın, bu işin başı nerede biliyor musunuz; bu işin başı, 8.9.1992, Sayın Ersin Faralyalı Bakan. 1992’de 5 firmadan fizibilite istenmiş, bu fizibiliteler incelenmiş, bu fizibilitelerden bir tanesi uygun görülmüş. Kim uygun görmüş; 29.3.1994, Sayın Veysel Atasoy; Afşin-Elbistan Termik Santralıyla ilgili ERG AŞ’nin görüşmelere çağrılmasına karar vermiş. Peki, bu karar daha sonra ne olmuş; şimdi onu da okuyacağım. Şu anda sıralarda oturuyorlar; Sayın Gölhan, Sayın Ekinci, Sayın Akçalı, Sayın Baran, Sayın Attila, Sayın Gökdemir, Sayın Erek, Sayın Cevheri. Bu kabinenin Başbakanı kim; Sayın Tansu Çiller. Cumhurbaşkanı; Sayın Süleyman Demirel.
Aynen okuyorum: “ERG Elektrik Üretim Ticaret AŞ’nin Kahramanmaraş görev bölgesinde yer alan Afşin-Elbistan A Termik Santralının 1-4 ünite ve sahaların rehabilitasyonu, tevsi mahiyetinde 5-6 ünitelerin yapımıyla ilgili, 1-6 ünitelerin kömür sahalarının işletilmesi, elektrik üretimi ticaretinde görev verilmesi” diyor. İşte, görevlendirme kararı burada.
Şimdi, başından beri, ben, nasıl bu firmayı tespit etmişim? Bu Bakanlar Kurulunun tarihi 18 Mart 1995, fizibilitenin kabul tarihi 29.3.1994. Peki, başından beri nasıl oluyor bu iş?!.
Devam ediyorum. Daha sonra, bu Bakanlar kurulu kararına istinaden imtiyaz sözleşmesi görüşmelerine başlanılmış. İmtiyaz sözleşmesi hazırlanmış ve bu imtiyaz sözleşmesi, 18.2.1994’te, Bakanlar Kurulu kararına istinaden, Sayın Atasoy tarafından Danıştaya gönderilmiş.
Şimdi, 19.9.1995. Danıştay incelemiş, bazı revize taleplerinde bulunmuş. Bu imtiyaz sözleşmesi revize edilmiş, tekrar bakanlığa gelmiş, 25.10.1996. Şimdi, bakan kim; Sayın Recai Kutan. Sayın Recai Kutan, bu revize işlemlerini yerine getirmiş, tekrar Danıştaya göndermiş imtiyaz sözleşmesini.
Bu imtiyaz sözleşmesi, 21.5.1998 tarihinde bana gelmiş. Ben bakıyorum, Danıştaya gönderildiği tarih 19.9.1995; 21.5.1998’e kadar 2 yıl, 8 ay, 2 gün geçmiş. Ben, bu tarihlerde Enerji Bakanı falan değilim; ama, bu bilirkişiler, nasıl oluyor da, başından itibaren, 1992’den itibaren gelen ve 21.5.1998’de Bakanlığa intikal eden imtiyaz sözleşmesinde belirlenen firmayı ben nasıl seçmişim; ben bunu anlayabilmiş değilim. Zaten görüştüğümüz hiçbir hukukçu da buradaki mantığı çözebilmiş değil.
Şimdi, bir firma avukatlığı tutturmuşlar, sayın savcı veya bilirkişiler de yazmış. 21.5.1998’de Bakanlığa gelen bu imtiyaz sözleşmesini, ben, tam onsekiz ay imzalamamışım. Danıştay’a niye gider imtiyaz sözleşmeleri; eğer karar verirseniz, kabul ederseniz, biz bu sözleşmeyi imzalayacağız diye gider. Ama onsekiz ay, bana gelmiş, 21.5.1998’de, ben ayrılmışım, benden sonra diğer sayın bakan gelmiş, o da imzalamamış. Ben tekrar bakan olmuşum, yine imzalamamışım. Nereye kadar; 15.12.1999’a kadar. Neden imzalamamışım; yani, bu sözleşmeyi imzalamamamın sebebi, işte, biraz önce bu bahsettiğim Bakanlar Kurulu kararının iptaliyle ilgili üç tane dava açılmış. Ben, bürokrata demişim ki, bu davalar sonuçlanmadan… Düşünün, yani, bu işin esasını teşmil eden, üzerine bina edilen Bakanlar Kurulu kararı iptal edilirse, artık, bu imtiyaz sözleşmesi ortada kalır mı; tabiî ki kalmaz. İşte, ben, o üç tane davanın sonuçlarını bekledim ve onsekiz ay bu imtiyaz sözleşmesini imzalamadım. Bu, benim, yaptığım firmanın avukatlığı mıdır, kamunun avukatlığı mıdır; bunu, hem milletimizi hem Meclisimiz takdir edecektir. (ANAP sıralarından alkışlar) Ben buna güveniyorum.
Şimdi, tabiî, Danıştay ne karar vermiş; Danıştay’ın verdiği karar var, diyor ki Danıştay: “TEAŞ, TEDAŞ dışında, özel hukuk hükümlerine tabi sermaye şirketi statüsüne sahip yerli ve yabancı şirketlerin elektrik üretim, iletim, dağıtım ticaretiyle görevlendirilmesi 3096 sayılı Yasada ihale şartına bağlanmamışsa da…” Söylenen laf budur, Danıştay’ın kararı. Öyle “yerindelik” veya “hukukî değerlendirme yapar” tarzında birtakım kelime oyunlarına girmeyelim. Danıştay’ın kararı. Danıştay 10. Dairesinin 1995 tarih 2013 sayılı kararı. “3096 sayılı Yasada ihale şartına bağlanmamışsa da…” Şimdi, ben, burada kimin avukatlığını yapıyorum biliyor musunuz Ben, burada, şimdi, benden önce görev yapan sayın bakan arkadaşlarımın avukatlığını yapıyorum. Diyor ki Danıştay: “Serbest rekabet ortamı oluşturabilmek için, dünyaca bilinen firmanın oluşturduğu beş ayrı konsorsiyumu teklif vermek için davet eden idarenin, davete olumlu cevap veren üç konsorsiyumun tekliflerini değerlendirerek, en uygun teklif sahibi, ERG Werbund Elektrik Üretim ve Ticaret A.Ş’yi görevlendirmesi ve Afşin- Elbistan (A) Termik Santralının işletme koşullarını da değerlendirip, 3096 sayılı Yasanın 3 ve 5 inci maddelerini bir arada uygulamasında neden unsuru olarak gösterilen gerekçeler göz önünde bulundurulduğunda hukuka aykırılık görülmemiştir. Yani, Danıştay, bu konuyla ilgili; yani, ihalede serbest rekabetin oluşturulmadığı, firmaların çağırılmadığına dair iddianamedeki iddiaya karşılık olarak böyle bir karar veriyor. Ama, bu sayın bilirkişilerimiz, hem bu Bakanlar Kurulu kararını hem de Danıştay’da açılan bu davaları ve yine bu açılan davalar sonucunda verilen bu kararı saklıyorlar, gizliyorlar, savcıya göstermiyorlar; sayın savcıyı yanıltıyorlar. Bu karar ne olmuştur; bu karar temyizden geçmiştir, tasdik olmuştur, kesinleşmiştir.
Bir diğer husus da: Sayın Ilıcak burada dile getirdiler; efendim, işte devir esnasında veyahut işte, pahalı sözleşme imzalanmış, şirket kayrılmış; birtakım iddialar… Bakın, çok basit bir şey bu. Tabiî ki onu söyleyeceğim. Bunu ben söylemiyorum; Danıştay’dan geçerek, kesinleşmiş, imtiyaz sözleşmesinin (E) maddesindeki, revize fizibilite hazırlanışı ile baz tarifenin revizyonu maddesine dayanarak söylüyorum. Yani, siz Danıştay’dan geçen böyle bir hükmü yok kabul edeceksiniz… Bu hüküm ne getiriyor biliyor musunuz; bu hüküm şunu getiriyor: Diyor ki: “Eğer devir işlemi yapılana kadar santralda bazı iyileştirmeler yapılmış olabilir veya santralda daha büyük masraflar açılmış olabilir. Devir esnasında fizibilitede gerekli revizyonlar yapılacak, bu revizyonlar konusunda ortaya çıkan farklılık varsa baz tarife revizyonuna yansıtılacak.” Burada devletin zararının doğması için en ufak bir açık kapı yoktur; ama, yapılmaya çalışılan işte burada zarar doğacakmış izlenimini vererek, maalesef ve maalesef, ille de bakana bir şey bulaştırma çabası içinde olan iddianamenin düzenlenmesidir.
Bir diğer husus da -tabiî, burada söyleyecek çok şeyimiz var da, zamanınızı fazla alıyorum- talimat verdiğim konusu. Şimdi, bakın, Çeşme Alaçatı Rüzgâr Santralı… Biraz önce okudum, 3096 sayılı Kanuna göre, kimsenin ihale yapma zorunluluğu yok. Bu yasaya göre, bir fizibilite veriliyor, kabul ediyorsunuz, bir olur veriyorsunuz; o olurda da, diğer firmalara buraya fizibilite verme imkânı tanıyorsunuz. Çeşme Alaçatı Rüzgâr Çiftliği sonucunu okuyorum: “Ekli değerlendirme raporu doğrultusunda, ERG Firmasından 21 Mart 1997 tarihine kadar fizibilite raporu istenmesi ve 85/9799 nolu yönetmeliğin 5/c maddesine istinaden fizibilite raporu teslim süresi içinde, aynı lokasyon için başvuracak diğer firmalardan da fizibilite raporu istenmesi hususunu takdir ve tensiplerinize arz ederim. Mehmet Koyuncu, Genel Müdür. 17.12.1996” Recai Kutan, Bakan; yani, Çeşme Alaçatı Santralıyla ilgili verilen fizibilitenin onayı da, kabulü de Sayın Kutan’ın döneminde olmuş. Yanlış yapmış falan demiyorum, yanlış anlamayın; ama, bu yok kabul ediliyor, dönülüyor, deniliyor ki: “İşte, Ersümer’in talimatıyla bu iş yapıldı.”
Şimdi, ben size bir şey göstereceğim: “El yazısı notu… Ersümer adı savcı iddianamesinde. El yazısı notu yaktı. Şok belge.” Şimdi, yine, yazının içeriğinden bir paragraf okuyacağım: “Beyaz Enerji dosyasına bakan Ankara DGM Savcısı Talat Şalk, Enerji Bakanı Cumhur Ersümer’in İzmir Alaçatı Rüzgâr Enerjisi Santralı ihalesinde usulsüzlük yaptığını iddia etti. Delil olarak da, Ersümer’in el yazısıyla yazdığı talimatı gösterdi.” Nerede bu talimat; böyle bir talimat yok, külliyen yalan. Benim, ne sözlü ne yazılı hiçbir talimatım yok. İddianameyi didik didik ettik, ne iddianamenin ekinde ne lafzında böyle bir talimat yok; ama, maalesef, işte, bizim bazı yargı mensuplarımız, haberden hükme gitmek gibi bir alışkanlık halinde olduklarından, buradaki haberi, beni suçlamak için gerekçe kabul ediyorlar.
Bir başka husus da şu tabiî: Yani, düşünün, velev ki, ben, bir talimat verdim -vermediğimi açıkça söylüyorum; velev ki, bir talimat verdim- benim verdiğim bu gayriyasal talimatı alan bürokrat ne yapacak; Devlet Memurları Yasası Madde 11, diyor ki: “Devlet memuru, amirinden aldığı emri, Anayasa, kanun, tüzük ve yönetmelik hükümlerine aykırı görürse, yerine getirmez ve bu aykırılığı, o emri verene bildirir. Amir emrinde ısrar eder ve bu emrini yazıyla yenilerse, memur bu emri yapmaya mecburdur.”
Şimdi, bir savcı, benim böyle bir yazılı talimatım olmadığını bile bile, yani, engin tecrübesi olan bir hukukçu, bile bile, çok tecrübeli olduğuna inandığımız sayın bilirkişiler, bunu bile bile, beni, iddianamede, bürokratlarına kanunsuz talimat vermekle nasıl suçluyorlar; bunun değerlendirmesini, hukukçular da yapacak, yargı da yapacak, mutlaka, siz de yapacaksınız.
Tabiî, bir de, burada, bir leasing olayı var. Şimdi, bu bilirkişilerin, Sayın Savcıdan gizledikleri başka bir şey daha var. Şimdi, geriye doğru on yıllık bütün dosyaları aldılar ya, diyorlar ki, işte, ilk defa leasing işlemi yapılmıştır yap-işlet-devret projelerinde. Yalan… Yine, açıkça söylüyorum; daha önce, Sütçüler Hidroelektrik Santralında, leasingle, yap-işlet-devret projenin gerçekleşmesine izin verilmiş. İşte, 4.2.1996; Bakan, Şinasi Altınel… Ha, ben, burada, şimdi, bunları niye söylüyorum biliyor musunuz; yani, yapılan işi savunmak zorundayım. Ben, eski bakanıyım; ama, bu dönemin bakanıyım. Burada, leasingle ilgili yapılan işte de bir yanlışlık yoktur. 3096 sayılı Yasada, leasing yapılamaz, leasinge dayalı teşvik alınamaz diye bir husus yok.
Şimdi, dönüp bakıyoruz; Sayın Kutan onaylamışlar; arkadan, müteakiben, Devlet Planlama Teşkilatının olumlu görüşü var; Hazineye gitmiş, Hazineden teşvik belgesi almış. İşte, 19.6.1998; 69 853 sayılı, Turan Serdengeçti imzalı bir teşvik belgesine bağlanmış. Bir şey yapılmış; eğer, leasingle 3096 sayılı Kanun arasında bir farklılık varsa, bunu ortadan gidermek için, firmadan ek taahhütler alınmış; tarifenin değişmeyeceği hususunda taahhüt alınmış; gayrikabili rücu şartıyla taahhüt alınmış; Hazineden garanti istenmediğine dair de taahhüt verilmiş. Burada değerlendirmem de, kısacık bu.
Şimdi, diğer bir husus, bildiğiniz gibi, Kırklareli Doğalgaz Santralı. Kırklareli Doğalgaz Santralıyla ilgili de, firma seçiminin nasıl yapıldığını size söylemek zorundayım. Yani, buradaki suçlamalar; işte, bu firmaları seçerken serbest rekabet ortamına dikkat edilmemiş, bu firmalar belirlenirken 366 ncı maddeye karşı davranılmış. Açıkça okuyorum: “Bu görüşler doğrultusunda, firmadan, dört ay içerisinde ve ayrıca 4 Eylül 1985 tarihli Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren -bu, şablon bir cümledir- 85/9799 sayılı Yönetmeliğin 5/a maddesine istinaden, süresi içerisinde müracaat eden diğer firmalardan da, yukarıdaki hususları sağlamaları kaydıyla, fizibilite raporu istenmesi hususunu bilgi ve tensiplerine arz ederim.”
Tarih 4.6.1996; Bakan Sayın Hüsnü Doğan; Bakanlık oluru…
Şimdi, şunu ifade etmek istiyorum. Burada, bana bulaştırılmaya çalışılan üç tane proje var; üçünde de, teklifleri kabul eden, olurları veren ben değilim. Bakanlar Kurulu kararı, benim içinde bulunduğum hükümetin kararı değil. Serbest rekabetin oluşmadığının aksini ispat eden Danıştay kararları var. Şimdi, burada, devam ediyoruz. Müteakiben, 17.3.1999 tarihinde, aynı konuyla ilgili Bakanlar Kurulu kararı alınmış ve yine, bir iki hususu, burada açıklamadan geçemeyeceğim.
Şimdi, 3096 sayılı Kanun, yatırımların hızlandırılması, özel birtakım yatırımların yapılmasına dayalı bir yasa; bu yasada ihale mecburiyeti yok, 2886 sayılı Kanuna tabi değil. Peki, Kırklareli projesinde alınan fiyat 5,18 sent; emsallerine göre gayet ucuz bir bedel. Yine, Kırklareli projesi, bilirkişilerin iddiasının aksine, Devlet Planlama Teşkilatından onaylanmış, şu anda Hazinenin onayını bekliyor.
Bakın, şunu ifade etmeye çalışıyorum. Afşin-Elbistan santralındaki imtiyaz sözleşmesi imzalanmıştır, elektrik satış sözleşmesi Hazinededir. Yine, aynı şekilde, ESA imzalanmamıştır, devir yapılmamıştır; yani, burada, bilirkişilerin uyguladıkları taktik şu: Geçmişte olan birtakım olayları bugüne, benim dönemime taşımak, gelecekte de mutasavver olacağını iddia ettikleri olaylardan da, bugün, beni sorumlu tutmak. Böyle bir şey olur mu?! Hemen insanın aklına şu geliyor, Sayın Gaydalı geçen gün anlattı: Rahmetli Şeyh Selahattin İnan Yassıada’da yargılanırken, dönemin Savcısı Egesel demiş ki: “Bu Tahriri Sükûn Kanunu görüşülürken, Şeyh Selahattin İnan Almanya’daydı; ama, eğer burada olsaydı, bu kanuna kabul oyu verirdi, onun da cezalandırılması gerekirdi. Sayın İnan söz almış, demiş ki: “Sayın Savcı şeyhliği bana bırakıyor; ama, kerameti kendine alıyor.” İşte, buradaki olay da aynı buna benzer bir olay; yani, bu bilirkişiler, kendilerinde bu kerameti bulup, bu işlere tevessül ediyorlar. Tabiî, çok başka şeyler de söyleyeceğim size.
Şimdi, buradaki suçlama tek firma, tek fiyat suçlamasıdır. Bakın, sözleşmenin imza tarihi 28.5.1993, Sayın Ersin Faralyalı, Marmara Ereğlisi Doğalgaz santralı, dev gibi bir santral, fiyat 10,6 sent, sözleşmenin imza tarihi 28.6.1993, Marmara Ereğlisi bir başka doğalgaz santralı, 10,655, Ersin Faralyalı. Yine devam ediyorum, sözleşme imza tarihi 12.5.1993, yine, Sayın Ersin Faralyalı, 9,6 sent. Yine devam ediyorum, Ova Elektrik AŞ, sözleşme tarihi 31.5.1996, Sayın Bakan Veysel Atasoy. Yine devam ediyorum, Birecik Barajı, fiyatı 4,81…
Sonuç şu: Şimdi, eğer, bu bilirkişiler, geriye doğru on yılı incelemiş olsalardı, bu, 1993’te, 1996’da yapılan ve tek teklif, tek fiyat olarak yapılan sözleşmeleri görmeleri lazımdı. Yani, o gün yapılan iş suç değil, değerlendirme dışı bırakılıyor, Sayın Savcıdan saklanıyor; ama, benim, ne firma tespitinde, ne tayininde, ne belirlenmesinde fiziken mümkün olmayan -ben, 1992 senesinde milletvekili bile değildim- bir suç bana atfedilmeye çalışılıyor; bu, bir zorlamadır. Bu -açıkça ifade ediyorum- siyasetçiye bir şeyler bulaştırma çabasıdır.
Bakın, bu soruşturma, bu minval üzerine gidiyor. Yani, jandarma halen görev yapıyor, gayriyasaldır ve yine, ucu açık bir soruşturma yürütülüyor, bir teftiş âdeta. Böyle bir usul var mı?! Yani, önce suç aranıyor, sonra o suçun delilleri aranıyor, sonra suçlu aranıyor. Her gün bir haber “bugün de şuraya gidiyoruz”, “bugün de buraya gidiyoruz…” Yanlıştır bunlar. Hem bu soruşturmada 4422 sayılı Yasayı kullanamazsınız hem jandarmanın bu işi yürütmesi gayriyasaldır. Benim bir rahatsızlığım olduğundan dile getirmiyorum -biraz önce söyledim- eğer, yasal olmayan kolluk gücünün yasal olmayan imkânlarla elde ettiği delilleri kullanmaya kalkarsanız, bunlar, mahkeme duvarından çok net bir şekilde geri dönecektir.
Tabiî, bir husus da nükleer santralla ilgili. Yine, aynı savcı, nükleer santral konusunda, Anavatan Partisinin, işte, efendim, şu kadar para aldığına dair açıklamada bulunan bir sanığın beyanına dayalı bir ifade iddianamesini almıştır. Peki, bu sanığın, ifadesine dayandığını iddia ettiği tanığın beyanı nedir; tanık diyor ki “ben böyle bir şey söylemedim.” Ama, Sayın Savcı bunu yazmıyor iddianamede.
Neticede, nükleer santralla ilgili de fikrimi açıkça ifade ettim. Türkiye nükleer teknikle tanışmak zorundadır. Türkiye, elektrik problemini halledebilmek için nükleer santrala sahip olmak zorundadır. Ha, bu düzeyde, benim söylediklerim, iddianamede de o şekilde geçmiş… İki defa Bakanlar Kurulunda konuştum bu konuyla ilgili, bütün bakan arkadaşlarım şahittir. Yine, aynı şekilde, liderler zirvesinde görüşlerimi dile getirdim, sayın liderlerim şahittir. Benim söylediğim şey şudur: Eğer, bir ülke kendi kaynaklarından 5 milyar dolarlık bir yatırım yapacaksa, üç ayrı ülkeden üç ayrı teklif varsa, bu konudaki karar verme yöntemlerinin belirlenmesi gerekir. Bize de, Bakanlar Kurulunun böyle bir yetkisi olabileceği söylendi. Bizim de, bürokrattan sorduğumuz, öğrenmeye çalıştığımız budur.
Tabiî, burada söylenilen her şeye cevap verdiğimi zannetmiyorum; ama, açıkça ifade ediyorum ki, burada, yönlendirilen düzmece bilirkişi raporlarıyla, bana bir cürüm atfedilme çabası içine girilmiştir.
Bu dava iki ayrı mahkemede görülecek; hem Devlet Güvenlik Mahkemesinde hem de ağır ceza mahkemesinde görülecek. Bu benim dediğim hususlar, duruşmaların bütün aşamalarında dile getirilecek, duruşmalarda bu konuların hepsi irdelenecek, değerlendirilecek. Tabiî, bugün, bu anlattıklarımı sizler de değerlendireceksiniz. Yargı bir karar verecek, bugün, siz de bir karar vereceksiniz. Benim bu söylediklerim, dokunulmazlığın arkasına sığınarak söylenmiş sözler değildir. Benim bu söylediklerim bütün aşamalarda dile getirilecek, iddia edilecektir ve yargının da, sizlerin de vereceği karara sonuna kadar saygılıyım.
Beni dinlediğiniz için sizleri saygıyla selamlıyor, teşekkür ediyorum. (ANAP sıralarından alkışlar)